27 Aralık 2010 Pazartesi

Bir Yılbaşı...



Kaç yıl evveli net hatırlamıyorum, henüz çömez yıllarımızdı.Ne yemeyi bilirdik, ne içmeyi ne de sevmeyi.En azından ben pek anlamazdım bu meselelerden.Yemeği asla dozunda yiyemez sodaya mahkum kalır, içkiden anlamaz 2 biraya, bazen 1.5 biraya kafayı bulurdum.Şansa bala sevgili de yapmıştım o dönem.İnanın o zamanlardaki halimle ben bile sevgili sahibi olabiliyorsam kimse yalnız kalmaz bu gezegende.

Arkadaş grubu halinde günübirlik olarak şehir dışında bir evde kalacaktık yılbaşında.Kanı fena halde kaynayan gençler olarak, ilk işimiz sevgililerimizi bu eve davet etmek olacaktı tabi ki.Hepimiz Amerikan filmlerinden fırlamış gençlerdik adeta.Şehir dışında villada yılbaşı kutluyor, kız arkadaşlarımızı çağırıp kızlı ortam yaratıyorduk.Bizden kralı yoktu.Ben de şansa bala sevgili yapmış ve çok seven genç olarak sevgilimi davet ettim tabi ki.O orada benimle olmalıydı.Herkesin sevgilisi oradayken ben yalnız kalmamalıydım.Karizmayı çizerdim gelmezse...

Çizdim de...Yılbaşından daha 15 gün önce kafasını ütülemeye başladığım kız, her çok sevilen sevgili gibi yılbaşı gecesi benimle değildi.Katılamayacaktı aramıza.Fakat duruma en azından biraz saygı gösterdiğinden o zamanlar çok mantıklı gelen bir çözüm önermişti bana, saat tam 12 olduğunda telefonda olacaktık ve yılbaşını beraber kutlamış gibi olacaktık.Cidden çok süper çok romantik bir fikir gibi gelmişti o zaman.

Yılbaşı gecesi geldiğinde Amerikan filmleri tadındaki partimiz fena halde elimizde patlamıştı.Şu kadar adamız birimizin sevgilisi katılmaz mı arkadaş gruba.Allahtan birimizin ablası vardı da neredeyse çift haneli sayılara ulaşan ve sadece saplardan oluşan bir takım olarak kutlamadık yılbaşını.Ben hiç kutlamadım orası ayrı hikaye.

Dedim ya çömezlik yıllarımızdı diye...Bizim gençlik lıkır lıkır içki içiyor.2 birada kafayı bulabilen ben aynı hızda içmezsem karizmayı çizeceğim düşüncesi içerisindeydim.Grubun barmenliğini üstlenen ablamıza bir gazla harika bir içici olduğumu ve içkinin beni pek çarpmadığını söylediğimde saat 21:30 falandı.İçinde portakal suyundan fazla votka bulunan bardağımı elime aldığımda üzerinden 2 dakika, çok sevdiğim sevgilim beni aradığı için telefon çaldığında 3 dakika , telefonu duymadığımdan konuşmak için dışarı fırladığımda 3 dakika 1 saniye geçmişti...

Hayatımda o kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum.Bünye olarak üşüme olayını prensipte reddeden ben o gece bildiğin üşüyordum.Elim telefondaydı, ve telefon bildiğin elime yapışmıştı.Bu yapışma olayının sebebi telefondaki kız mı, yoksa soğuk mu asla açıklanamayacaktı.Konuşma uzadıkça uzuyor, hava soğudukça soğuyordu.Elimdeki votka ise boğazımdan her aşağı inişinde hayatımı kurtaracakmışçasına ısıtıyordu beni.Aldığım her yudumu daha da hızlı aldığım bir yudum takip ediyordu.2 birayla kafayı bulabilen ben, çeyrek şişe votkayı 5 bilemedin 6 dakikalık bir telefon görüşmesinde indirmiştim mideme.

Hali hazırda zayıf olan bünye, telefonu kapatıp eve döndüğünde hayat hiç eskisi gibi değildi.Dünya muazzam bir hızla dönüyordu ve benimle iletişim kurmaya çalışan arkadaşlarım da eski Türk filmlerinin gazino sahnelerindeki Emel Sayın gibi buğulu ve çok kafalılardı...Kafayı bulmak nedir öğrenmiştim daha önce ama kör kütük sarhoşlukla o gece tanıştım, hem de sadece 1 bardak votka portakalla.Evde sığabildiğim ilk koltuğa vurdum kafamı ve uyudum.Uyudum derken yanlış anlamayın, koltuğun kafamı koyduğum kısmının hemen yanında benden daha uzun boylu bir kolon vardı ve desibel bakımından hiç mütevazı olmayan şarkılar çalıyordu.Yine de uyudum ben...

Uyandığımda başımda muazzam bir ağrı, midemde daha da muazzam bir çalkantı hali vardı.Ben sızarken köpek gibi eğlenen gençlerde benim kafamı yakalamışlardı, kafamın dibindeki kolonu saymazsak herkes gayet sakinleşmişti.Bünyede kalan son enerji parçasıyla, telefonu kaldırdığımda bok gibi bir durumla karşılaştım.Saat 2 olmuştu, ve telefonumda 38 cevapsız aramanın yanı sıra 12 kısa mesajım vardı ve hepsi aynı numaradan geliyordu.Yılbaşını sevgilimle kısmen de olsa beraber geçirme fırsatını tepmiştim.Üstelik Amerikan filmlerinden bozma bir ortama gittiğime inanmakta olan sevgilim telefona bakmamamın tek sebebinin orada tanıştığım bir kız olduğunu düşünüyordu.

12 mesajlık terk edilişme 8 cevapsız aramayla karşılık verdim.Hızımı alamadım yaklaşık 6 sms boyunca ortamın hiç öyle Amerikan filmi bir ortam olmadığını, hepimizin sap olduğunu, ortamdaki tek kızın bizim çocuklardan birinin ablası olduğunu ve arkadaşımın ablasıyla düşündüğü gibi bir münasebette bulunma ihtimalimin dahi olmadığını yazdım.Kesmedi, bi 6 sms boyunca da özür diledim.Cevap gelmedi, gelmeyecekti de zaten.Ya çok sinirliydi telefonla ilgilenmiyordu, ya da yılbaşını evinde geçiren kız olarak sıkılıp uyumuştu.

Ben o moralsizlikle koltuğuma ve uykuma geri döndüm.Ne kafam ne de midem eğlenebilecek durumda değildi.Sabah uyandığımda gençler çoktan eğlenmeyi bitirmiş, yatmış uyumuş ve geri uyanmışlardı.Dün gecenin kritiği yapılıyor kahkahalar havada uçuyordu.Muhabbetten anladığım kadarıyla muazzam bir geceyi kaçırmıştım fakat eğlencelerden payımı almıştım.Sağ omzumdaki ağrının sebebi açıkça anlatılmıştı bana...

O yılbaşının takibindeki 1 hafta boyunca sevgili sevgilim sessizliğini korudu.Ben sessizliğine cevap olarak onlarca sms gönderdim ona.Arkadaşlarım ise aynı hafta boyunca tek bardakta sarhoş olan benle dalga geçtiler, haklılardı da.Hala ara ara muhabbete meze olur o günkü sarhoşluğum zaten.

Çömezlik işte...

18 Aralık 2010 Cumartesi

Arthas Menethil - Bolum 2




Dunyanin catisi Northrend'in sogugunda Mal'Ganis'in canini alali yaklasik 1 ay, vebayi arastirmak amaci ile Lordaeron'dan ayrilali ise 3 yil olmustu.Yolculugu Arthas'a pahaliya mal olmustu.Koca bir donanmayi, sayisiz sadik askeri, eski bir dostunu ve en onemlisi ruhunu kaybetmisti, ve bugun Lordaeron'un kapilari bir kez daha onun icin aciliyordu.Ustelik, kralin oglu sifatiyla degil insanligin kurtaricisi olarak geliyordu sehre.

Sehirdeki kutlamalar, onun zaferini kutlamak icin gunlerdir araliksiz calan canlar onemli degildi.Arthas artik onem vermiyordu bunlara.Cok daha buyuk, ve vebadan cok daha korkunc planlari vardi onun, ve zincirin ilk halkasi sehrin en mutlu gununu karaya boyayacakti.

Kapilar acildiginda gorduk Arthas'i ilk kez sapsari saclari Mos kuafor salonuna ugramis gibi platin rengiydi artik, solmuslardi.Ruhu gibi bedeni de curuyordu.Mavi isildayan gozleri donuktu artik, buz mavisiydi.Gorenler yasadigina inanmazdi o gozlerin, yasiyor da sayilmazlardi zaten.Mavi zirhi da yoktu artik.Yerini kurukafalarla suslenmis, kurkle bezenmis gri-siyah, gorenin kacmak icin Gareth Bale ile yarisacagi bir zirh kullaniyordu artik.Elinde ise isigi temsil eden balyozu yerine ejderha kafatasi motifli buzmavisi bir kilic vardi.Arthas isigi, hayati degil olumu temsil ediyordu artik.

Sehri yuruyerek gecti, pelerininin kapsonunu kaldirmadi bile.Tek amaci vardi ve insanlarla konusarak zaman kaybedemezdi.Saraya girdi ve dogruca tac odasina yoneldi.

Babasi yasli bir adamdi, kral oydu fakat bedeninden geriye cok fazla sey birakmamisti zaman.Azeroth'un catisindaki zaferinden de heyecanlanan yasli Terenas Menethil, taci tek varisine devretmeye hazirlanan, gururlu bir babaydi artik.Yaklasik 10 merdiven cikarak ulasilan tahtinda oglunun iceri girmesini bekliyordu.Sonunda etrafini saran geri kalan bunaklar, onlarin surekli mizmizlanmalari ve turlu kirli oyunlarindan kurtulacakti.Oglu onlarla basa cikacak guce, kudrete sahipti ve artik nufuza da sahip olacakti.Dunyayi kurtarmisti Arthas Menethil.

Tac odasinin islemeli devasa kapilari aralandi.Gunes kapinin tam arkasindaydi ve gozleri neredeyse kor eden isigi kesen tek sey, kapilari acmakta olan devasa bir suretti.Eger Terenhas Menethil'in gozleri yasindan dolayi bozulmus olmasaydi oglunun artik bir insan olmadigini anlayabilirdi.Anladigindaysa hersey icin cok gec olacakti.





Arthas odaya girdiginde derin bir sessizlik oldu.Bunaklarin sesi solugu kesilmisti.Kapidan giren adam kesinlikle 3 yil once bu kapilardan cikan cocuk degildi.Arthas tahta giden merdivenlerin ilk katina cikti ve babasi onunde diz coktu.Frostmourne yere dokundugunda odayi soguk bir ruzgar kapladi.Azeroth buyulu silahlara yabanci degildi, ve yaklasik 1,5 yildir kutupta savasan bir adamin sogugu yaninda getirmis olmasini kimse yadirgamadi.Baba Menethil buyuk bir heyecanla 90'lik bir adamin yapabilecegi en yuksek hizla kalkti tahtindan ve ogluna dogru kosmaya basladi.Dunyanin en mutlu babasiydi o, kavusmustu tacin yeni sahibine.

Arthas, babasi ona kosarken durusunu hic bozmadi.Egilmesinin sebebi, babasina, kralliga duydugu saygi degildi.Kilicini babasina olabilecek en hizli sekilde saplayabilecegi pozisyonu almisti sadece.Babasi yeterince yaklastiginda ise, Frostmourne'u babasinin karnindan iceri soktu.Yaklasik 2 metrelik bu devasa kilicin, sadece Ejderha kafatasinin oldugu bolum disaridaydi.Terenhas'in geri donme sansinin olmasigini anlamak icin doktor olmaya gerek yoktu.Son nefesinde konusamadi bile 2.Menethil.Arthas ise, babasinin gozleri de buz mavisine donerken, Mal'Ganis'i oldurdugu gunden beri ilk kez konustu.

"Father, I succeed you."

Turkce'de birebir karsiligi olmayan bu tumce, yani en azindan kulagima calindiginda beni tatmin edebilecek bir karsiligi olmayan bu tumce, Arthas'in kendini Lordaeron ve Azeroth'un yeni krali ilan edisiydi.Gercekten de Arthas Azeroth'un yeni krali olma yolunda ilerliyordu ve hukumdarligindan memnun olacak tek bir canli bile yoktu.

Arthas Menethil babasini katletti ve adimlarini bile hizlandirmadan ayrildi Lordaeron'dan.Arkasinda yonetime kimin gececegi konusunda karar vermekten aciz bir krallik birakiyordu.Babasinin kulleri yeniden diriltilebilmesi icin buyulu bir kasede saklaniyordu, ancak buyu gerceklestirilemiyordu cunku Terenhas Menethil'in ruhu da oglu gibi Frostmourne'un icinde tutsakti artik.Paladin ahalisi Lordaeron'un karanlik prensini yeni dusmanlari belliyor ve hocasi Uther the Lightbringer onderliginde butun Azeroth'ta onu kovalamaya ant iciyorlardi.Jaina ise sevgilisine olan uzuntusune kendini kaptirmamak icin buyuculerin sehri Dalaran'a kapatacakti kendini...

Arthas ise coktan yeni kralligini kurmak icin yola cikmisti.İlk isi kendisine yakisacak bir binek hayvani bulmak olacakti, ve bu hayvan isiga hizmet ettigi zamanlarda onun olan ve Mal'Ganis'le olan savasinda kaybettigi tekboynuzlusu Invincible'dan baskasi olamazdi...

14 Aralık 2010 Salı

Arthas Menethil - Bolum 1




1999 yilinin sonlarinda girdi hayatimiza Lordaeron tahtinin tek varisi olarak.Sapsari saclari, zirhindan daha mavi gozleri ve futbol takimi toplasak kaldiramayacagimiz balyozu ile.Yolun basinda orc'larla savastik onunla, ardindan kara buyucu Kel'Thuzad ve emrindeki yasayan olulerden ve turlu ecis bucus fantastik yaratiktan olusan Scourge ordusunun kafasina vurduk balyozumuzla.Takibinde The Plague musallat oldu Azeroth'a.Kaynagi bulmaya calisan saz ekibinin basindaydik genc Arthas'la beraber.

Stratholme kapilarina dayandigimizda ise anlamistik ters gittigini islerin.Babamiz kral Terenas'a, ustamiz Uther'a, sevgilimiz Jaina'ya ragmen, kendi ellerimizle oldurduk bir sehir dolusu masum insani.Yasayan olulere donusmelerini izlemektense kendi ellerimizle bogmayi tercih ettik.En buyuk dusmanimizla tanistik burada, The Burning Legion'un kumandanlarindan Mal'Ganis vebayi yaymis ve bizi iyiligin yolundan saptirmisti cezasini cekmeliydi.

Northrend'e kovaladik onu.Dunyanin catisina kadar gittik pesinden Mal'Ganis'in.Babamiz haber gonderdi ordulari geri cekmemiz icin, kralin sozu, prensten buyuktur dediler, toplanmaya basladilar.Hizimizi alamamistik, bir gece kendi ellerimizle, Northrend'e demir atmis tum gemileri yaktik Arthas'la beraber.Geri donmek bir secenek degildi, ya kazanacaktik ya da bu ugurda olecektik.

Sonra Frostmourne'u bulduk kadim dostumuz, bize kilic sallamayi ogreten hocamiz Muradin ile beraber.Kilic Mal'Ganis'i oldurmeyi vaat ediyor, karsiliginda ruhumuzu istiyordu.Nereden bilecektik ki konustugumuz sesin seytana bile saklanacak delik aratan bir varlik oldugunu?

Frostmourne anlasmamizi muhurlemek icin Muradin'in kafasina kocaman bir buz parcasi indirdi, onu kurtarmak istedik ama muhur, onu olume terk etmekti.Arkamiza bakmadan yolumuza devam ettik, Mal'Ganis sonunda canini verecekti bize.

Dusmanimizla yuzlestigimizde, gercek planini anlatti.Hikayenin sonunda olecektik, Mal'Ganis bizi Lich King'e teslim etmek icin Norrhrend'e getirtmisti ve plani tikir tikir yuruyordu, son ana kadar.Lich King anlasmalarini bozup onu oldurmemize izin verdi.Frostmourne en eski dostumuzdan sonra en buyuk dusmanimiza vurmustu oldurucu darbesini.Fark ettik ki, Arthas degildik biz artik.Bizim yerimize bu lanetli kilic konusuyordu, bizim yerimize o karar veriyordu.Simdi de bir sonraki hedefimize dogru yelken aciyorduk.Ayagimizi basacagimiz sehir Lordaeron, hedefimiz babamiz, Lordaeron'un krali.Arthas bu olumu ister miydi ogrenemeyecektik hic.Lich King coktan iceri hapsetmisti genc prensi...

19 Eylül 2010 Pazar

After.Life


Bir konuda dürüst olmak lazım.Filmi izleme sebebim konusunu çok orjinal bulmam falan değil, tamamen Cristina Ricci'yi film boyunca yarı çıplak izleme ihtimalim olmasıydı.Black Snake Moans'ta izlediğim filmler listesine aynı sebepten girmiştir mesela.O film Cristina Ricci'nin bedeniyle pazarlıyordu kendini, film boyunca da bunun üzerine oynuyordu zaten.Şikayetim var mı? Tabi ki yok...

After.Life'ta pazarlamasını Cristina Ricci'nin meme uçları üzerinden yapan filmler kervanına katılıyor (ve ne mutlu ki sayıları hiç te az değil...) ve DVD'yi DVD-ROM'a yerleştirmemize sebep oluyor.

Filmimiz bir sevişme sahnesiyla açılıyor, kızımızın gözlerindeki donukluktan yaptığı bu işten pek zevk almadığını anlıyoruz.Takip eden sahneler çocuğun ilişkilerini kurtarmak için debelenmesi ve kızın manasız tripleriyle Türk filmi tadı yakalıyor.Restoran ortası kavgalarının ardından kızın geçirdiği trafik kazası ile bildiğiniz Türk filmine dönüşüyor.Liam Neeson abimizin morga girişiyle beraber yeşilçam filminden d-list holywood filmine terfi ediyor.Filmin ilk yarısı bittiğinde ise, benim kanımca The Mist ile beraber kişisel kült filmerim arasına girmeyi fazlasıyla hak etmeye başlıyor...

Film esas kızın yattığı morgda dirilmesiyle beraber başlıyor.Hatun morgda ve levazımatçının malikaneden hallice evinde yaşıyor film boyunca, ölü demeye bin şahit ister.Bu süreçte benim kadar beğeniyorsanız Cristina Ricci'yi bayram ediyor gözleriniz keza, esas kız ilk yarıyı kırmızı geceliğiyle, ikinci yarıyı anadan üryan geçiriyor....

Tam olarak bu anadan üryan kısmında ise, filmin sizi sardığını fark ediyorsunuz.Keza çıplak bir Cristina Ricci o sırada önemini yitirmiş oluyor ki hiç kolay iş değil.Film levazımatçıbaşı Liam abimizin esas kızı, esas oğlanı ve cast'taki geri kalan tüm karakterleri kızın öldüğüne ikna etme çabası halinde devam ediyor.Esas kız, başlangıçta öldüğüne inanmıyor haklı olarak, esas oğlan sevdiği kadını kaybetmiş olmayı kabul edemiyor yine haklı olarak, geri kalan tüm karakterler ise kızın gittiğini kabul ediyor ve hayatlarına devam ediyorlar...Bu süreç filmin finaline kadar devam ediyor, ne kadar uzatabilirler acaba sorusu kafanıza yerleşmeye başladığında ise finale geçiyor film...

Finalle ilgili tüyo vermeyeceğim ama bilin ki son derece tatmin edici bir finali var filmimizin.Öyle güzel bir final ki, filmi d-list olmaktan kültlüğe bile çıkarabilir...Benim gözümde çıkardı en azından.Verebileceğim tek tüyo ise, film boyunca hemen hemen her sahnede finale dair ipuçları olduğu...öyle güzel oturuyor ki taşlar yerine finalde, izlemeden anlayamazsınız....

8 Eylül 2010 Çarşamba

The Expendables


Önce afişi gördük, kadro güzel.Aksiyon filmi izlemek istediğimiz zaman afişte isimlerini görmek istediğimiz herkes orada.Stallone olsun, Kaliforniya valisi olsun, Bruce Willis olsun, Jet Li olsun, aralarından en sevdiğim Statham olsun.Hepsi orada.Ne kadar kötü olabilir ki dedik girdik salona.

Özel tim kılığında aksiyon yıldızları ve gözünü kan bürümüş zencilerle açıldı film yakışacağı üzere.Çünkü bu büyüklükte bir aksiyon filmi ancak böyle açılabilirdi.Zenci öldürürken birbiriyle yarışan tim elemanları ile beraber de nasıl manyaklarla muhattap olacağımız açıklandı.Buraya kadar da güzel, en kötü en kötü Tarantino şiddetinde bir film izleriz dedik IQ biraz daha düşük olsa da.

Bizim özel tim memlekete dönünce bir şeyler ters gitmeye başladı.Bizim psikopatlar kendi doğalarına aykırı davranmaya başladılar ve film bitti benim için.Stallone parasını aldığı sürece her işi yapabilecek tim komutanı olmaktan vazgeçip onurlu savaşçıya dönüştü 1 saniye içinde.Neymiş efendim kız kaçabilecekken kaçmamış.Çok duygulanmış beyefendi.Yapma gözünü seveyim, öyle 1 saniyede 180 derece dönüş yapılır mı arkadaş, hollywood filmlerinde bile yok artık böyle şeyler.

Statham, 5 dakika önce fırlattığı bıçaklarla makineli tüfek hızında zenci öldürürken, sevgilisinin yeni sevgilisine dokunmak yerine ağlayarak motoruna atlamayı tercih ediyor.Sık demiyorum kafasına ama bir gözünü morart be kardeşim bu ne yavşaklık.Herif kızı dövünce aklına geliyor adamı pataklamak ilerleyen sahnelerde.Büyük erkeksin Statham'ın karakteri, büyüksün.

Jet Li, filmin başladığı an itibariyle benim daha çok paraya ihtiyacım var, daha çok para istiyorum, para para diye zırlayan ekip üyesini oynarken.Stallone tek kişilik ordu olacağım deyince, yanında gitmeye karar veren ilk ekip üyesine dönüşüyor.Yapmayın yahu.Biraz derinlik, biraz bişey... Eksik abi film.Orada olması gereken şeyler var ama hiçbiri yok.Allahı var düşünülmüş o detaylar ama filme eklemeyi unutmuşlar bir yerde.

Bruce Willis ve Kaliforniya valisinin olduğu sahne ise tam bir komedi, o sahnede varlar sonrasında yoklar.İşveren Bruce Willis'in esamesi bile okunmuyor iş bittikten sonra filmin herhangi bir noktasında.Resmen adamın ismini afişe yazmak için sahne çekmişler.10 milyon dolarlık yatırım yapan adam kontrole bile uğramıyor ekibe...

Kaliforniya valisi işi reddeden adam rolünde, ulan diyorum filmin sonunda çıkacak ortaya çekip vuracak bunların hepsini.Esas düşman kimsenin aklına gelmeyen adam çıkacak diyorum.Bunu düşünmekten filmi bile izlemiyorum ama yok.O sahnede yok filmde.Kaliforniya 1.5 dakikalık sahnesinden sonra işe dönmüş öğle molasından belli ki.

Filmi puanlamak gerekirse....Benim puanım 10 üzerinden 3 olur.Sadece olmayı vaat ettiği film için.

4 Eylül 2010 Cumartesi

(500) Days of Summer


Blog'un ilk yazısı çok önemli keza beni tatmin etmezse ne blog kalıcı olur ne de benim amatör yazarlık denemem.Bu yüzden ilk yazıyı ne konuda yazmam gerektiği üzerine yaklaşık 3.5 saattir düşünüyordum ve bir bok bulamamaktaydım yazacak.Gönül verdiğim renklerden bahsedebilirdim, hayatıma yön vermesine izin verdiğim süper kahramandan, tüylerimi diken diken eden o şarkıdan, o şarkıyı hayata geçirip yıllarca kulaklıklarıma eziyet eden o gruptan, son sayfasını okur okumaz ilk sayfasına dönmek istediğim o kitaptan, güzel bir kadından, güzel bir yemekten, güzel bir içkiden, güzel bir mekandan, beni koltuğuma mıhlamayı becerebilen nadir filmlerden....

Yukarıdaki cümleyi tamamlayamayacağım, düşündükçe artıyor insanın alternatifleri.Aklımdan geçen her yeni başlık yeni cümleler getiriyor beraberinde, kurmayı çok istediğim ama hangisinden başlayacağımı bir türlü bulamadığım için tekini bile yazamayacağım cümleler.

(500) Days of Summer tam bu noktada giriyor işte devreye.İlk paragraftaki başlıklardan gönül verdiğim renkler ve başına dönmek istediğim kitap kısmını çıkardığınız zaman ilk yazımda bahsetmek istediğim herşeyi içeriyor bu çok tehlikeli film...

Hayatıma yön vermesine izin verdiğim süper kahramanı içeriyor bu film.Başlangıç olarak esas oğlan rolünde Joseph Gordon-Levitt var.Benim ilk kez G.I.Joe'da izleyip pek sallamadığım, ancak Inception'la fena halde dikkatimi çeken bu çocuk, yine Chris Nolan'ın yöneteceği üçüncü Batman filminin kötü adamı olma rolünde hızla ilerliyor.Inception sınavını başarıyla geçtiğini düşünüyorum ancak, mücadele edeceği şey Heath Ledger'ın Joker'i olunca işi zor gibi.Shia LeBeuf(yanlış yazmış olabilirim) gibi şişirme bir yıldız olmayacağını ise (500) Days of Summer(evet, copy/paste kullanıyorum...) ile hissettirdi bana Gordon-Lewitt.

Yönetmen Marc Webb, çıkış tarihi 2012 olarak yazılan yeni Spider-Man filminin yönetmeni.(500) Days of Summer ise Webb'in beyaz perdeyle ilk imtihanı.Evveliyatında MTV gençliğine müzik videoları çekmekle meşgul olan bir adama Spider-Man emanet edilince, bana da bulabildiğim tek filmini izlemek düştü kaçınılmaz olarak.Filmin ardından kafamdan geçen ilk düşünce Spider-Man'in emin ellerde olduğuydu.Bu hikayeyi bu kadar güzel bir şekilde işleyen adamın Peter Parker gibi bir karakterle mucizeler yaratacağına, Sam Raimi ve Tobey Maguire'ın yarattığı odun kahramandan çok öteye geçebileceğine eminim.

Tüylerimi diken diken eden o şarkıyı içeriyor (500) Days of Summer.Hemen hemen her sahnesinde, esas oğlanın ruh halini size de yaşatan şarkılarla geliyor film.Esas oğlanla benzer bir ruh hali yakaladığınızda sokaktaki yürüyüşünüzü bile değiştirecek şarkılardan bahsediyorum.Filmi izledikten kısa süre sonra iPod'unuzda yer almasını tavsiye etmiyorum bu albümün...

Kendisini pek tanımasam da günlerce bıkmadan usanmadan güzelliğini övebileceğim bir kadını da içeriyor
(500) Days of Summer.Zooey Deschanel adını taşıyan muazzam bir güzelliği hem de.Zooey Deschanel'le tanışmam "Hitchhiker's Guide to the Galaxy" ile oldu.Filmde oyunculuk geyik bir bilimkurgudan beklendiği üzere tavanda gezmiyor, esas kızımız ise beklentilerimin dışına çıkıp gözümden ziyade gönlüme hitap ediyordu.Gördüğüm ilk sahne itibariyle Zooey benim evlenmek istediğim kadındı, hala öyle tabi Marion'dan boşanır boşanmaz en azından.Benden daha az "geek" olan insanlar ise Zooey ile  "Yes Man" filmi aracılığılya tanışmışlardır büyük ihtimalle, keza başka kayda değer bir projede yer almamış güzelim hatun.Elbet günlerden bir gün Zooey aşkım üzerine bir yazı yazarım diye düşünüyorum...

Güzel bir yemek ve güzel bir içkiden de bahsedebilirim konu (500) Days of Summer olunca...Filmi izlediğim o lanetli sabahın hemen önceki akşamı güzel(...görecelidir...) bir kızla akşam yemeğindeydim.Bonfileme eşlik etmesini planladığım bir kadeh şarap, güzel kızın da etkisiyle bir çok kadeh şaraba döndü aklımda, kısa sürede ise kendimden beklendiği üzere kadeh yerine şişe kelimesini kullanmayı tercih ettim o yemekte.Başıma gelecekleri bilmiyordum tabi ki....

Yemek başarılı geçmiş mekan çıkışı güzel bir öpücüğü hak etmiştim.Fakat takibinde Taksim Meydanı'na kadar olan yürüyüş pek harika değildi.Güzel kıza göre sorun bende değil ondaydı, o bağlanmaya hazır değildi, hele benim gibi bir deliye bağlanmaya hiç hazır değildi (keza bir önceki denemesi hiç iyi bitmemişti...).Şişelerle sayılan geceme yıllardır özlemini duyduğum öpücük (böyle yazınca hiç hoş görünmüyormuş...) ve 30 saniye sonrasında gelen ayrılık konuşması eklenince bünye iflas edip kendini ertesi sabah uyanana kadar boş vitese aldı tabi ki...

İşte (500) Days of Summer tam bu noktada en başıma gelmemesi gereken şeydi, fakat ben bunu bilmeyerek DVD'yi taktım bilgisayarıma ve filmi izlemeye başladık Ben, açık denizdeki tekne kvıamındaki midem, aynı anda balyoz yemeyi ve mevlevi tribinde dönmeyi becerebilen beynim ve tabi (500) parçaya bölünmüş kalbim...

Özetlemek gerekirse film, esas oğlanın Summer isimli bir kızla tanıştıktan sonra yaşadığı (500) günü anlatıyor.Kızı ilk gördüğü anı, ilk konuşmalarını, ilk flörtlerini, ilk öpücüklerini, ilk sevişmelerini, ilişkilerine dair ne varsa onu anlatıyor film.Buraya kadar herşey gayet güzel, gayet klişe, gayet romantik komedi.Fakat filmi özel yapan şey yanlış hatırlamıyorsam 100 küsürüncü günden sonra olanlar.100 küsürüncü gün tek bir kötü an bile yaşamayan bu çift kızın ani bir kararıyla ayrılıyor ve biz esas oğlanın kırık kalbine ortak oluyoruz geri kalan 300 küsür gün boyunca.

Tam bu 300 küsür gün boyunca (500) Days of Summer tekme tokat dövüyor beni yattığım yerden.Esas çocukla beraber filmin içine giriyorum 1.5 saat boyunca.Esas kız her göründüğünde çocuğun nefret ve aşkı karıştırdığı o ruh halini yaşıyorum, film bildiğin duvardan duvara çarpıyor beni 1.5 saat boyunca.O halimi dökebileceğim kelimeler yok literatürde, fakat birileri surat ifadelerimi kayda alsaydı inanın anlardınız filmin bana neler ettiğini.Size bir mağdur tavsiyesi, bu filmi kesinlikle ama kesinlikle benim yakaladığıma benzer bir beden/ruh kombinasyonuyla izlemeyin.Kalıcı hasar bırakma ihtimali gerçekten yüksek...

Filmden bahsedeceğim derken ufak çapta bir giriş yazısı yazmış oldum sanırım.Filmi izleyen Fırat'tan değil de, filmden bahsettiğim bir yazı yazmak tıpkı Zooey Deschanel yazısı gibi hoş bir fikir olabilir.Tabi kendi içimde istikrar sağlayabilirsem....