19 Eylül 2010 Pazar

After.Life


Bir konuda dürüst olmak lazım.Filmi izleme sebebim konusunu çok orjinal bulmam falan değil, tamamen Cristina Ricci'yi film boyunca yarı çıplak izleme ihtimalim olmasıydı.Black Snake Moans'ta izlediğim filmler listesine aynı sebepten girmiştir mesela.O film Cristina Ricci'nin bedeniyle pazarlıyordu kendini, film boyunca da bunun üzerine oynuyordu zaten.Şikayetim var mı? Tabi ki yok...

After.Life'ta pazarlamasını Cristina Ricci'nin meme uçları üzerinden yapan filmler kervanına katılıyor (ve ne mutlu ki sayıları hiç te az değil...) ve DVD'yi DVD-ROM'a yerleştirmemize sebep oluyor.

Filmimiz bir sevişme sahnesiyla açılıyor, kızımızın gözlerindeki donukluktan yaptığı bu işten pek zevk almadığını anlıyoruz.Takip eden sahneler çocuğun ilişkilerini kurtarmak için debelenmesi ve kızın manasız tripleriyle Türk filmi tadı yakalıyor.Restoran ortası kavgalarının ardından kızın geçirdiği trafik kazası ile bildiğiniz Türk filmine dönüşüyor.Liam Neeson abimizin morga girişiyle beraber yeşilçam filminden d-list holywood filmine terfi ediyor.Filmin ilk yarısı bittiğinde ise, benim kanımca The Mist ile beraber kişisel kült filmerim arasına girmeyi fazlasıyla hak etmeye başlıyor...

Film esas kızın yattığı morgda dirilmesiyle beraber başlıyor.Hatun morgda ve levazımatçının malikaneden hallice evinde yaşıyor film boyunca, ölü demeye bin şahit ister.Bu süreçte benim kadar beğeniyorsanız Cristina Ricci'yi bayram ediyor gözleriniz keza, esas kız ilk yarıyı kırmızı geceliğiyle, ikinci yarıyı anadan üryan geçiriyor....

Tam olarak bu anadan üryan kısmında ise, filmin sizi sardığını fark ediyorsunuz.Keza çıplak bir Cristina Ricci o sırada önemini yitirmiş oluyor ki hiç kolay iş değil.Film levazımatçıbaşı Liam abimizin esas kızı, esas oğlanı ve cast'taki geri kalan tüm karakterleri kızın öldüğüne ikna etme çabası halinde devam ediyor.Esas kız, başlangıçta öldüğüne inanmıyor haklı olarak, esas oğlan sevdiği kadını kaybetmiş olmayı kabul edemiyor yine haklı olarak, geri kalan tüm karakterler ise kızın gittiğini kabul ediyor ve hayatlarına devam ediyorlar...Bu süreç filmin finaline kadar devam ediyor, ne kadar uzatabilirler acaba sorusu kafanıza yerleşmeye başladığında ise finale geçiyor film...

Finalle ilgili tüyo vermeyeceğim ama bilin ki son derece tatmin edici bir finali var filmimizin.Öyle güzel bir final ki, filmi d-list olmaktan kültlüğe bile çıkarabilir...Benim gözümde çıkardı en azından.Verebileceğim tek tüyo ise, film boyunca hemen hemen her sahnede finale dair ipuçları olduğu...öyle güzel oturuyor ki taşlar yerine finalde, izlemeden anlayamazsınız....

8 Eylül 2010 Çarşamba

The Expendables


Önce afişi gördük, kadro güzel.Aksiyon filmi izlemek istediğimiz zaman afişte isimlerini görmek istediğimiz herkes orada.Stallone olsun, Kaliforniya valisi olsun, Bruce Willis olsun, Jet Li olsun, aralarından en sevdiğim Statham olsun.Hepsi orada.Ne kadar kötü olabilir ki dedik girdik salona.

Özel tim kılığında aksiyon yıldızları ve gözünü kan bürümüş zencilerle açıldı film yakışacağı üzere.Çünkü bu büyüklükte bir aksiyon filmi ancak böyle açılabilirdi.Zenci öldürürken birbiriyle yarışan tim elemanları ile beraber de nasıl manyaklarla muhattap olacağımız açıklandı.Buraya kadar da güzel, en kötü en kötü Tarantino şiddetinde bir film izleriz dedik IQ biraz daha düşük olsa da.

Bizim özel tim memlekete dönünce bir şeyler ters gitmeye başladı.Bizim psikopatlar kendi doğalarına aykırı davranmaya başladılar ve film bitti benim için.Stallone parasını aldığı sürece her işi yapabilecek tim komutanı olmaktan vazgeçip onurlu savaşçıya dönüştü 1 saniye içinde.Neymiş efendim kız kaçabilecekken kaçmamış.Çok duygulanmış beyefendi.Yapma gözünü seveyim, öyle 1 saniyede 180 derece dönüş yapılır mı arkadaş, hollywood filmlerinde bile yok artık böyle şeyler.

Statham, 5 dakika önce fırlattığı bıçaklarla makineli tüfek hızında zenci öldürürken, sevgilisinin yeni sevgilisine dokunmak yerine ağlayarak motoruna atlamayı tercih ediyor.Sık demiyorum kafasına ama bir gözünü morart be kardeşim bu ne yavşaklık.Herif kızı dövünce aklına geliyor adamı pataklamak ilerleyen sahnelerde.Büyük erkeksin Statham'ın karakteri, büyüksün.

Jet Li, filmin başladığı an itibariyle benim daha çok paraya ihtiyacım var, daha çok para istiyorum, para para diye zırlayan ekip üyesini oynarken.Stallone tek kişilik ordu olacağım deyince, yanında gitmeye karar veren ilk ekip üyesine dönüşüyor.Yapmayın yahu.Biraz derinlik, biraz bişey... Eksik abi film.Orada olması gereken şeyler var ama hiçbiri yok.Allahı var düşünülmüş o detaylar ama filme eklemeyi unutmuşlar bir yerde.

Bruce Willis ve Kaliforniya valisinin olduğu sahne ise tam bir komedi, o sahnede varlar sonrasında yoklar.İşveren Bruce Willis'in esamesi bile okunmuyor iş bittikten sonra filmin herhangi bir noktasında.Resmen adamın ismini afişe yazmak için sahne çekmişler.10 milyon dolarlık yatırım yapan adam kontrole bile uğramıyor ekibe...

Kaliforniya valisi işi reddeden adam rolünde, ulan diyorum filmin sonunda çıkacak ortaya çekip vuracak bunların hepsini.Esas düşman kimsenin aklına gelmeyen adam çıkacak diyorum.Bunu düşünmekten filmi bile izlemiyorum ama yok.O sahnede yok filmde.Kaliforniya 1.5 dakikalık sahnesinden sonra işe dönmüş öğle molasından belli ki.

Filmi puanlamak gerekirse....Benim puanım 10 üzerinden 3 olur.Sadece olmayı vaat ettiği film için.

4 Eylül 2010 Cumartesi

(500) Days of Summer


Blog'un ilk yazısı çok önemli keza beni tatmin etmezse ne blog kalıcı olur ne de benim amatör yazarlık denemem.Bu yüzden ilk yazıyı ne konuda yazmam gerektiği üzerine yaklaşık 3.5 saattir düşünüyordum ve bir bok bulamamaktaydım yazacak.Gönül verdiğim renklerden bahsedebilirdim, hayatıma yön vermesine izin verdiğim süper kahramandan, tüylerimi diken diken eden o şarkıdan, o şarkıyı hayata geçirip yıllarca kulaklıklarıma eziyet eden o gruptan, son sayfasını okur okumaz ilk sayfasına dönmek istediğim o kitaptan, güzel bir kadından, güzel bir yemekten, güzel bir içkiden, güzel bir mekandan, beni koltuğuma mıhlamayı becerebilen nadir filmlerden....

Yukarıdaki cümleyi tamamlayamayacağım, düşündükçe artıyor insanın alternatifleri.Aklımdan geçen her yeni başlık yeni cümleler getiriyor beraberinde, kurmayı çok istediğim ama hangisinden başlayacağımı bir türlü bulamadığım için tekini bile yazamayacağım cümleler.

(500) Days of Summer tam bu noktada giriyor işte devreye.İlk paragraftaki başlıklardan gönül verdiğim renkler ve başına dönmek istediğim kitap kısmını çıkardığınız zaman ilk yazımda bahsetmek istediğim herşeyi içeriyor bu çok tehlikeli film...

Hayatıma yön vermesine izin verdiğim süper kahramanı içeriyor bu film.Başlangıç olarak esas oğlan rolünde Joseph Gordon-Levitt var.Benim ilk kez G.I.Joe'da izleyip pek sallamadığım, ancak Inception'la fena halde dikkatimi çeken bu çocuk, yine Chris Nolan'ın yöneteceği üçüncü Batman filminin kötü adamı olma rolünde hızla ilerliyor.Inception sınavını başarıyla geçtiğini düşünüyorum ancak, mücadele edeceği şey Heath Ledger'ın Joker'i olunca işi zor gibi.Shia LeBeuf(yanlış yazmış olabilirim) gibi şişirme bir yıldız olmayacağını ise (500) Days of Summer(evet, copy/paste kullanıyorum...) ile hissettirdi bana Gordon-Lewitt.

Yönetmen Marc Webb, çıkış tarihi 2012 olarak yazılan yeni Spider-Man filminin yönetmeni.(500) Days of Summer ise Webb'in beyaz perdeyle ilk imtihanı.Evveliyatında MTV gençliğine müzik videoları çekmekle meşgul olan bir adama Spider-Man emanet edilince, bana da bulabildiğim tek filmini izlemek düştü kaçınılmaz olarak.Filmin ardından kafamdan geçen ilk düşünce Spider-Man'in emin ellerde olduğuydu.Bu hikayeyi bu kadar güzel bir şekilde işleyen adamın Peter Parker gibi bir karakterle mucizeler yaratacağına, Sam Raimi ve Tobey Maguire'ın yarattığı odun kahramandan çok öteye geçebileceğine eminim.

Tüylerimi diken diken eden o şarkıyı içeriyor (500) Days of Summer.Hemen hemen her sahnesinde, esas oğlanın ruh halini size de yaşatan şarkılarla geliyor film.Esas oğlanla benzer bir ruh hali yakaladığınızda sokaktaki yürüyüşünüzü bile değiştirecek şarkılardan bahsediyorum.Filmi izledikten kısa süre sonra iPod'unuzda yer almasını tavsiye etmiyorum bu albümün...

Kendisini pek tanımasam da günlerce bıkmadan usanmadan güzelliğini övebileceğim bir kadını da içeriyor
(500) Days of Summer.Zooey Deschanel adını taşıyan muazzam bir güzelliği hem de.Zooey Deschanel'le tanışmam "Hitchhiker's Guide to the Galaxy" ile oldu.Filmde oyunculuk geyik bir bilimkurgudan beklendiği üzere tavanda gezmiyor, esas kızımız ise beklentilerimin dışına çıkıp gözümden ziyade gönlüme hitap ediyordu.Gördüğüm ilk sahne itibariyle Zooey benim evlenmek istediğim kadındı, hala öyle tabi Marion'dan boşanır boşanmaz en azından.Benden daha az "geek" olan insanlar ise Zooey ile  "Yes Man" filmi aracılığılya tanışmışlardır büyük ihtimalle, keza başka kayda değer bir projede yer almamış güzelim hatun.Elbet günlerden bir gün Zooey aşkım üzerine bir yazı yazarım diye düşünüyorum...

Güzel bir yemek ve güzel bir içkiden de bahsedebilirim konu (500) Days of Summer olunca...Filmi izlediğim o lanetli sabahın hemen önceki akşamı güzel(...görecelidir...) bir kızla akşam yemeğindeydim.Bonfileme eşlik etmesini planladığım bir kadeh şarap, güzel kızın da etkisiyle bir çok kadeh şaraba döndü aklımda, kısa sürede ise kendimden beklendiği üzere kadeh yerine şişe kelimesini kullanmayı tercih ettim o yemekte.Başıma gelecekleri bilmiyordum tabi ki....

Yemek başarılı geçmiş mekan çıkışı güzel bir öpücüğü hak etmiştim.Fakat takibinde Taksim Meydanı'na kadar olan yürüyüş pek harika değildi.Güzel kıza göre sorun bende değil ondaydı, o bağlanmaya hazır değildi, hele benim gibi bir deliye bağlanmaya hiç hazır değildi (keza bir önceki denemesi hiç iyi bitmemişti...).Şişelerle sayılan geceme yıllardır özlemini duyduğum öpücük (böyle yazınca hiç hoş görünmüyormuş...) ve 30 saniye sonrasında gelen ayrılık konuşması eklenince bünye iflas edip kendini ertesi sabah uyanana kadar boş vitese aldı tabi ki...

İşte (500) Days of Summer tam bu noktada en başıma gelmemesi gereken şeydi, fakat ben bunu bilmeyerek DVD'yi taktım bilgisayarıma ve filmi izlemeye başladık Ben, açık denizdeki tekne kvıamındaki midem, aynı anda balyoz yemeyi ve mevlevi tribinde dönmeyi becerebilen beynim ve tabi (500) parçaya bölünmüş kalbim...

Özetlemek gerekirse film, esas oğlanın Summer isimli bir kızla tanıştıktan sonra yaşadığı (500) günü anlatıyor.Kızı ilk gördüğü anı, ilk konuşmalarını, ilk flörtlerini, ilk öpücüklerini, ilk sevişmelerini, ilişkilerine dair ne varsa onu anlatıyor film.Buraya kadar herşey gayet güzel, gayet klişe, gayet romantik komedi.Fakat filmi özel yapan şey yanlış hatırlamıyorsam 100 küsürüncü günden sonra olanlar.100 küsürüncü gün tek bir kötü an bile yaşamayan bu çift kızın ani bir kararıyla ayrılıyor ve biz esas oğlanın kırık kalbine ortak oluyoruz geri kalan 300 küsür gün boyunca.

Tam bu 300 küsür gün boyunca (500) Days of Summer tekme tokat dövüyor beni yattığım yerden.Esas çocukla beraber filmin içine giriyorum 1.5 saat boyunca.Esas kız her göründüğünde çocuğun nefret ve aşkı karıştırdığı o ruh halini yaşıyorum, film bildiğin duvardan duvara çarpıyor beni 1.5 saat boyunca.O halimi dökebileceğim kelimeler yok literatürde, fakat birileri surat ifadelerimi kayda alsaydı inanın anlardınız filmin bana neler ettiğini.Size bir mağdur tavsiyesi, bu filmi kesinlikle ama kesinlikle benim yakaladığıma benzer bir beden/ruh kombinasyonuyla izlemeyin.Kalıcı hasar bırakma ihtimali gerçekten yüksek...

Filmden bahsedeceğim derken ufak çapta bir giriş yazısı yazmış oldum sanırım.Filmi izleyen Fırat'tan değil de, filmden bahsettiğim bir yazı yazmak tıpkı Zooey Deschanel yazısı gibi hoş bir fikir olabilir.Tabi kendi içimde istikrar sağlayabilirsem....